
Bazı romanların neden filminin yapılmadığını, ya da daha önce bir kere yapılmış olsa da neden vasat film/dizi olarak bırakıldıklarını, tekrar çevrilmediklerini çok merak ediyorum.
Evdeki eski romanlardan yıllar evvel okuduklarımdan bir tanesi için ilk okuduğum andan itibaren böyle düşünmüşümdür.
Bu yazımın konusu Mario Simmel’in Yalnız Havyarla Yaşanmaz isimli romanı. Türkçeye E yayınları tarafından basılmış. Herhalde havyar ilk etapta lüks gelmiş, ya da okuyucular bilmez mi demişler acaba, roman ilk basımında Papaz Her Zaman Pilav Yemez ismiyle yayınlanmış. Pilav milli yemeğimiz ya. Neyse ki sonradan Altın yayınları orijinal ismine saygı gösterip doğru düzgün yeniden basmış. Orijinal ismi gayet havyarlı yani; Es muß nicht immer Kaviar sein.
Romanın baş karakteri çok sempatik ve artistik aslında. Bir nevi bir James Bond veya Jason Bourne veya Ethan Hunt. Bu meşhur casuslar ile tek farkı feleğin çemberinden hızlıca geçip devlet karşıtı bir anarşist olması. Ufak bir fark…
Thomas Lieven Londra’da kendi halinde yaşayan Alman asıllı bir bankacıdır. Zengindir, yakışıklıdır, elit zevkleri olan, kadınlar tarafından cazip bulunan karizmatik bir adamdır. İyi bir eğitimi almıştır, birkaç lisanı ana dili gibi konuşur, pahalı otomobillere biner, klas takım elbiseler giyer, yüksek damak lezzetine sahip, Londra’da bir erkek kulübüne üye, hobi olarak yemek yapan ve dövüş sanatları dersi alan (Jiu Jitsu’ yu ilk bu romanda duymuştum) atletik bir playboydur. Kadınları havası ile hızlı bir şekilde etkileyebilir.
İkinci dünya savaşının yaklaştığı 1930’ ların sonunda, hayatının ne kadar değişeceğinden habersiz Almanya’ya yaptığı bir seyahat ile dünyası tepetaklak olur.
Sonradan öğreneceğimiz bir katakulli sonucu Almanların kucağına düşüp hapse atılır. Almanların onu serbest bırakma şartı ise İngilizler aleyhine casusluk yapmayı kabul etmesidir. Düştüğü bu kâbustan kurtulmak ve kendini Londra’ya, evine atmak için teklifi kabul etmiş gibi yapan Thomas’ı ise Londra’ya geldiğinde başka bir sürpriz beklemektedir. İngiliz istihbaratı onun Almanların eline düştüğünü öğrenmiş, neden serbest bırakıldığını tahmin ettikleri için onu casusluk suçu ile tutuklamışlar, tüm mal varlığına el koymuşlardır. Ortalık iyice karışmıştır. İngilizlerin onu salıverme şartı da Almanya’ya dönüp, onlar adına casusluk yapmayı kabul etmesidir.
Durum gitgide tuhaf bir hal almaya başlamıştır. Ama olaylar burada kalmaz. Bir Almanların, bir Fransızların eline düşen, bu süreçte askeri istihbaratçı eğitimlerini alan Thomas Lieven istese de istemese de ikinci dünya savaşı ile kendini Avrupa’nın ortasında bir o ülke, bir bu ülke tarafından göreve alınıp, yakalanıp bir eşya gibi sürekli el değiştirecek, nam-ı dört bir yana yayılacak bir casus olacaktır.
Bu zoraki casusluk maceraları arasında gıcık olduğu ülkeleri faka bastırmayı başarır, masumların ölmesini engellemek için kumpaslar kurar, Marsilya mafyasının içinde kendine bir yer edinir. Nazilerle çalışmak zorunda kalır ama bir yandan da Fransız direnişçilerin ölümlerine mani olmak için onların arkasından işler çevirir.
Thomas Lieven tam bir p.ç’tir anlayacağınız. Şeytana pabucunu ters giydirir. Bu romanın günümüzde film veya dizi yapılmamasının bir sebebinin Alman bir baş karakter ve özellikle de (kendi gönüllü olmamış olsa da, onlardan nefret ettiğini söylese de) Nazi subayı olmuş bir baş karakteri anlatıyor olması ve de aslında tüm istihbaratçıların, savaş yandaşlarının, kendi at gözlükleri arasında kalmış devlet kurumlarının, sahte milliyetçilerin, yalancı politikacıların, topuna karşı bir alay, aşağılama içeren, onlarla dalga geçen bir karakter olmasından diye düşünüyorum.
Kitabı ilk okuduğum zaman hikayesi dışında hoşuma giden bir detayı olmuştu. Thomas Lieven’in bir gurme olduğundan bahsetmiştim. Kendisinin üstün bir damak tadı olması bir yana aynı zamanda iyi bir ahçı. Öyle ki kitabın anlatımında, Thomas için kritik olaylar yemek tarifleri ile bölümlere ayrılmış. Bir sevgili ile özel bir gece öncesi yaptığı yemekler, birisine şantaj yapmak için davete hazırladığı yemekler, birilerini işkenceden kurtarma görevine hazırlık yemeği gibi. Tarif dediysem de ciddi tarifler. Malzeme ve yapılış detayları ve başlangıçtan tatlısına kadar menüsü ile. Bu yönden de ayrı bir havası var romanın. Hatta bir köşe yazısında denk gelmiştim. Sanırım ya bir gurme ya da bir şefti yazar ve gençken okuduğu bu romandan, tarifler ve yemeklerin anlatımından çok etkilendiğinden bahsediyordu. Alengirli yemekleri becerebileceğimden emin olmadığım için hiç denememiş olsam da, açıkçası romanı her okuyuşumda usta bir şef havasına girip örneğin şarap köpüğü soslu elma benzeri havalı yemekler yapabilirmişim gibi hayal ediyorum.
Mario Simmel çok eser veren bir yazar ama ben bu romanından başkasını okumadım. Türkçeye çevrilen çok romanı var. Ne zaman sahaflara gitsem veya el arabası ile ikinci el kitap satanlara baksam, içlerinde illa bir Mario Simmel kitabı görürüm.
Bu romanın 1961 de Alman yapımı siyah beyaz bir filmi var. Filmi internette aradım ama tamamını bulamadım. Bulduğum kısa bir tanıtımı idi. Ama Thomas Lieven’i canlandıran aktör o kadar hayallerimin dışında bir tipti ki (ben açıkçası o dönemin Alain Delon’una benzer bir aktörü, ki tercihen bizzat kendisini isterdim) fragmanı bile tam izleyemedim. Üstüne üstlük film casusluk aksiyonları yerine biraz daha kara komedi tarzında gibi geldi. Belki baştan sona izlesem fikrim değişir ama gördüğüm kadarı hiç cazip değildi.
Keşke bu kitabı doğru düzgün bir dizi yapsalar… Bunu demeye de korkar oldum. Kitapları alıp bambaşka hikaye yapıp isimlerini lekeliyorlar, yeni moda bu. Ama yine de güzel ve romana uygun yapsalar, ne kadar havalı bir dizi olurdu diye de düşünmeden edemiyorum.
© Site içerisinde yazıların tüm hakkı saklıdır.
