The Duke and I (Bridgerton serisi 1. kitabı)

Geçen yazımda Bridgerton dizisini sevip sevmediğimden emin olmadığımı yazmıştım. Ama belli ki bir miktar sevmişim, çünkü ne kadar çevirisini alıp okumayı düşünmemiş olsam da, orijinalini bulunca kendimi romanlarına başlamaya engel olamamış halde buldum. Biraz tatil keyfi, biraz boş vakitle kendimi serinin ilk kitabı Dük ve Ben’e (Duke and I) başlamış buldum. Dili çok kolay olduğundan dijital kitap okumayı çok sevmesem de çabucak okuyabildim.

Kitap ile diziyi karşılaştırdığımda öncelikle, karakterlerin kitapta çok daha sevimli olduğunu söylemem gerek. Ne Daphne, sosyeteye çıkalı 2 sene geçmiş olmasına rağmen evlenmekle kafayı bozmuş bir kız kurusu modunda, ne de abi Anthony kız kardeşine kimseye layık görmeyen bir ukala. Daphne hatta o kadar rahat ki, koca bulamamasının sebebinin abisinin engellerinden ziyade erkeklerin onu kur yapılacak sosyetik bir kadın değilde bir arkadaş gibi görmeleri olduğu söyleniyor.

Dizideki Anthony’yi de az biraz itici bulmuştum. Dizide de romanda da verdikleri his, Anthony’nin asabiyetinin sebebinin ailesinin tüm sorumluluğunu genç yaşta üstlenmek zorunda kalmış olması olsa da, romanda bunu daha iyi ifade etmiş olduklarını düşünüyorum. Kitaptaki Anthony kardeşlerine karşı ilgili, şakacı. Hatta tüm Bridgerton kardeşlerin tatlı ve esprili olduğu görülüyor. En küçüğünden en büyüğüne…

Dizide en sevdiğim kardeş olan Eloise ise bu romanda henüz o kadar kendini göstermiyor. Anladığım kadarı ile dizi 8 kardeşin hikayesini diğer romanlardan da derlemeler yaparak 8 sezon olarak değil, daha kısa sürede toparlayıp anlatacak ki bence bu makul. Bir kitapta geçen hikaye 8 bölüm doldurmaz çünkü.

Bu roman temelde sadece Dük ve Daphne’yi anlatıyor. Dük’ün babası ile olan geçmişi detaylandırılıyor. Daphne ‘yi daha çok Dük’ün gözünden övgüler şeklinde tanıyoruz. Dizide daha vakur duran anne Violet ise kitapta daha oyunbaz, daha kurnaz (aslında kadın 8 çocuk doğurup, büyütmüş, öyle olması normal yani) ve çocuklarını evlendirmeye kafayı takmış bir kadın imajı var. Daphne’nin dizideki hali gibi büyük çoğunlukla. Ama biraz daha zekisi.

İlk romanda Anthony’nin operacı sevgilisi de, Benedict’in ressam arkadaşı ve seksi partisi de, Colin’in Penelope’nin ailesinin misafiri olan Miss Thompson’a aşık olması da yok. Tutku kısmı sadece Dük’ün ve Daphne’nin birbirlerini nasıl fiziksel olarak arzuladıkları bölümlerde ve tabi düğün gecelerinde var.


Eloise daha önce de belirttiğim gibi galiba en sevdiğim karakterdi dizide. Biraz “ben kimseyi sallamam” ve “kadınlarda istediklerini yapsın” havası vardı. Yakın arkadaşı Penelope ile fikir yürütmelerini izlemek çok keyifliydi ama bu romanda henüz bu arkadaşlık ile ilgili bir bahis geçmedi. Sanki daha yeni arkadaş olmuşlar gibi. Tahmin ediyorum ki ileriki romanlarda geçen konuları dizide devam sezonlarında tutarlı bir tablo çizmek için derlemişler. Böyleyse nispeten başarılı bir uyarlama. Ama buna tam olarak diğer romanları okuyunca karar vereceğim.

Merakıma yenik düştüğüm için birinci kitabı bitirmeden ikinci kitaba göz atmaktan kendimi alamadım. Birinci kitapta Anthony’i çok sevmeye başladığımdan, onun nasıl aşık olacağını çok merak etmiştim.

İkinci kitaba göz attığımda farkettiğim bir kalıp oldu. Bu yazarın standart stili mi bilmiyorum tabi. Ama benim gibi yeteri kadar Japon anime ve Kore dizisi izlediyseniz klasik romantik komedi klişelerine siz de fena alışmışsınızdır veya kolay farkedersiniz. Nasıl klişeler bunlar? Öncelikle illaki süper yakışıklı erkekler olacaktır. Bir Japon animesi ise uzun bacaklı olacak tabi ki. Bu erkekler etraflarında pervane veya bir çeşit fan kulübü olan kızlarla çevrili olacaktır ve tabi ki bu kızların hiçbiri bunların ilgisine mazhar olmaya değmeyecektir. Adamımızın ilgisi ona en kötü davranan veya onunla hiç ilgilenmeyen veya çok çekingen, utangaç olduğu için gölgede kalan kıza kayacaktır. Kızın tercihen sakar olması adamımızın kızı sık sık bazı kazalardan veya kötü insanlardan kurtarmasını da gerektirecektir. (Çünkü kızlar hep beyaz atlı prensin gelip onları kurtarmasını beklerler, değil mi? Tamam klişe denizine açıldıkça dalgalar sertleşmeye başlıyor, o yüzden daha fazla uzatmayayım.)

Aslında bence klişeler her zaman kötü değildir. Eğer güzel işlenmişse azıcık fantazinin zararı olmaz. Sonuçta bir kadın olarak bazen romantik saçmalıkları sevebilirim, değil mi? Bence (2 kitaba dayanarak) yazar Julia Quinn bunları iyi işlemiş. Bunu söyledikten sonra…

Birinci kitaptaki klişe “aşk oyunu” idi. Güya kazara tanışan ama birbirlerine belli etmeseler de etkilenen 2 kişi, tüm kararlarına rağmen, oyun ile başlasa da gerçekten aşık olurlar. Tabi ki son vuslata erene kadar aralarında çözülmesi gereken süper saçma bir problem – bu romanda çocukluktan/gençlikten gelen bir önyargı/karar – olacaktır. Bu 2 romanda da  ana engel erkeklerden kaynaklamaktadır tabi ki ve kadınlar sayesinde aşabilirler.

Romanlar tam bir kadın romanı. Kadınlar aslında çok güzel/etkileyici/mükemmel olduklarının farkında olmayan ama öyle olan, akıllı kadınlar. Erkekler tüm kadınları cezbeden (kabaca p.ç) kibarca hovarda diyebileceğim, şeytan tüyü olan yakışıklı, zeki, atletik adamlar ve bunun da farkındalar. Ve bu “masum” kadınlar (üzgünüm, masum ifadesi romanda geçen tabir. Bakire demek yerine sürekli çoğunlukla masum ifadesi kullanılmış —>bakınız 5 paragraf sonrası : “lame”) bu pek çok kadınla sevgili olmuş tecrübeli adamlarda ilk tanıştıkları andan itibaren farklı şehvet duyguları tetikliyor, onlara erotik düşler kurduruyorlar.Tabi ki beraber oldukları ilk geceleri mükemmel oluyor ve her iki taraf da birbirlerinin en gizli korkularına karşı destek veriyorlar. Asla yalnız kalmayacaklarını biliyoruz. Falan filan. Mutlu son.

Kesinlikle bir kadın fantazisi. Hele bu; bir dönem fantazisi (period drama fantasy).
Peki ben bunları okur muyum? Kesinlikle 🙂 ve tabi okudukça yorumlarımı ekleyeceğim. Çünkü… Neden olmasın?


İlk kitap dizisine göre oldukça sade. Daha önce de belirttiğim gibi ne Anthony’nin sevgilisi Rossi, ne Colin’in neredeyse evleneceği hamile Marina Thompson, ne de Daphne’ye ilgi gösteren Prens Frederick var. Hatta Whistledown ‘u yakalamaya kararlı olan Kraliçe bile yok. O hikaye serisi, yani Whistledown’un peşine düşme kısmı hiç yok zaten. Ana karakter Simon ve Simon’da Anthony ile gençlik yıllarında neler yaptılarsa, iması dışında öyle çok bir “womanizer” modunda değil. Zaten dizide de değildi ya.

Kitapta en çok güldüğüm bölüm annesinin Daphne ile ilk gece ile ilgili konuşmaya çalışması, becerememesi ve bunun sonucu olarak Daphne’nin (kocası çocuk sahibi olamayacaklarını söylediği için) yanlış anlamaları ve kocasına bu minvalde sözler söylemesi gibi gayet saçma kısımlardı. Dizide romandaki absürdlük aşk itirafları arasında kaybolmuş maalesef.

Dediğim gibi bu romanlar bir kadın fantazisi. Bir masal. Erkeklerin o “keşfedilmemiş” kadınları bulup (prensesleri şatodan çıkartıp) onlara aşık olmaları, onları kurtarmaları, dışardan çok güçlü ve korkusuz gözüken bu adamların ise bu aşık oldukları mükemmel kadınlar sayesinde aslında kimseye belli etmedikleri korkuları ile yüzleşmeleri ve onları yenmeleri üzerine bir masal.

Tam Türkçe karşılıklarını bilmesem de İngilizceleri çok uyduğu için kısaca “lame” (aksak?) ve cheesy (bayat?) diyebileceğim tabirleri çok rahatlıkla kullanabileceğim bir hikaye ve yazım tarzı. Hele o kadın-erkek samimiyeti anları anlatımları. Trajikomik. Ama okunur mu? Diziyi izleyip, biraz sevdinizse, gerçekten çok boş vaktinizde okunabilecek bir seri. Ama lütfen İngilizcesinden okuyun, çünkü gerçekten neden bu romanların Türkçe isimleri bu kadar korkunç?

© Site içerisinde yazıların tüm hakkı saklıdır.


The Duke and I (Bridgerton serisi 1. kitabı)’ için 3 yanıt

Yorum bırakın